2012, Marduk ve Çağların Dönüşümü



2012, Marduk ve Çağların Dönüşümü, Hasan Sonsuz Çeliktaş

2012, Marduk ve Çağların Dönüşümü


Hasan Sonsuz Çeliktaş


Hamdi Bey, o sabah hanımının elinden bol köpüklü kahvesini içerken her zaman olduğu gibi gazetesini okuyordu. Gazetesinin her köşesini severdi ve özellikle de köşe yazarlarını kelimesi kelimesine takip ederdi. Emekli bir öğretmendi Hamdi Bey ve her sabah yaptığı bu gazete & kahve ritüeli, onun en büyük keyfiydi. Fakat o gün gözü bir habere takılmıştı. Sakallı bir adamın resmi ve bir gezegen fotoğrafı vardı haberde ve 2012 tarihi ve bir gezegenin Dünya'ya yaklaşıp ortalığı birbirine katacak olması ile ilgili de bir şeylerden bahsediyordu. Haberi dikkatlice okudu ve hemen içeri seslendi: “Afitap Hanım, Afitap Hanım, 2012'de Dünya'ya Marduk diye bir gezegen yaklaşacakmış ve ortalığı birbirine katacakmış, gazetede yazıyor.” Afitap içerden yanıt verdi: “Daha sekiz sene varmış bey, niye endişeleniyorsun, yarın ola hayrola, hem gün doğmadan neler doğar, sen öğlen ne yemek istiyorsun onu söyle…”



Bizlerin, Burak Eldem'in “2012: Marduk'la Randevu” kitabına genel olarak verdiğimiz tepki bu oldu. Tabii ki kitabı alıp okuyanlar ve üzerine düşünenler de oldu, hatta işi abartıp dağa çıkıp Marduk'tan yırtma kolonileri oluşturanlar da, ayrıca yazara küfredip, onu en ağır dille eleştirenler de… Ama sonuç ne olursa olsun, hepimizin aklına bir 2012 senesi yerleşti. Peki nedir bu işin aslı ve daha da önemlisi bizleri nasıl etkileyecek bu tarih? Ayrıca Burak Eldem, nerden yumurtladı böyle bir şeyi de ortalığı ayağa kaldırdı. İşte bu yazımda da sizlere bunları anlatmaya çalışacağım.



Öncelikle 2012 tarihiyle ilgili yorumların başlangıcı Burak Eldem'in kitabından daha da öncelere dayanıyor. Şahsen ben bu tarihte bir şeyler olacağına dair ilk bilgileri 1998 civarında Kryon kitaplarında okumuştum ki spiritüel bilgilerle haşır neşir olup, bu kitapları okuyanlar da bu tarihi iyi bilirler. Fakat bu tarihin bilgisi çok daha eskilere, tâ Mayalar'a kadar uzanır. Maya takvimine göre 2012 senesi 4. güneşin ölümü ve 5. güneşin doğumunu anlatır ve bu da bir çağın bitip, yeni bir çağın başlaması anlamına gelir. Maya takvimine göre olan bu dönüşümün, bizim kullandığımız Gregoryen takvimine göre olan hesaplaması da 1950'lerde yapılmıştır. Yani anlayacağınız 2012 tarihi, öyle mantar gibi bitmemiş veya birilerinin uydurmasıyla ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıla uzanan bir tarihçesi vardır. Bu noktada aklınıza şu soru takılmış olabilir: Bu Mayalar ne iş peki? Yani adamlar, madem öyle her şeyi bilen, takvimleriyle dünyayı sallayabilecek potansiyelde bir uygarlıktı, neden müzelik oldular da belgesel kanallarına düştüler. Benim Mayalar'a dair bildiğim en önemli şey, ruhani açıdan çok gelişmiş bir uygarlık olmaları ve hatta aniden ortadan kaybolmalarının arkasında da ruhsal gücün en yüksek seviyelerine ulaşmış olabilecekleri durumunun yatma ihtimali. Ne kadar doğrudur bilinmez ama mesela James Redfield'ın “Dokuz Kehanet”in de Mayalar'ın ruhsal titreşimlerinin çok yükselmesi sonucu, boyut değiştirdikleri bile iddia edilir. Neyse bunlar sadece iddialar, ama Mayalar hiç de öyle yabana atılacak bir uygarlık değil, ayrıca takvim ölçümleri ve astroloji konusunda da son derece gelişmişler. (Koca koca piramitleri boş yere dikmediler hani.)



Gelelim bu konuyu gündemimize taşıyan insana ve kitabına. Bir kere kişisel olarak yakından tanıdığım bir insan Burak Eldem ve tanıdığım en ayakları yere basan insandır. Hiç öyle uçarı kaçarı, desteksiz atması da yoktur. Çok da büyük bir tarih aşığıdır aynı zamanda ve zaten bu kitabın çıkışı da bu aşkına dayanıyor. Onla bir sohbetimizde bu kitabı neden yazdın diye sormuştum ve bana, tarihin yalnızca krallar, kahramanlar ve savaşların tarihi olmadığını; doğanın ve evrenin içindeki döngü ve süreçlerin de tarihin biçimlenmesinde pay sahibi olduğunu; eski uygarlıklardan kalan kayıtların çoğunda, uzak geçmişte yaşanan geniş çaplı zincirleme afetlere değinildiğini; belli bir dönemde doğada yoğunlaşan hareketlilik ve afetlerin, toplumların ekonomik dengelerini sarsıp, siyasi ve sosyal yapılarını derin biçimde etkilediğini ve radikal değişimlere yol açtığını anlattı. Mayaların sözünü ettiği dönüşüm aslında böyle bir şeydi ve aynı bilgi ve öngörülere Babil'de de, Mısır'da da, Hindistan'da da rastlamak mümkündü.



Bu konuşmadan sonra kitabı okuduğumda, ne demek istediğini anladım. Bir kere ilk başta Eldem'in kitabı bir “gezegen gelecek, sizi sevecek” kitabı değil. Alternatif bir tarih kitabı ve kitabın ilk 300 sayfasında gezegenin gelişine dair bir şey yok. Daha çok “alternatif uygarlık tarihi” olarak da değerlendirebiliriz ve benim gibi tarih hastaları için müthiş keyifli bir deneyim. Kitabın devamındaki bağlantıları okuduğunuzda da insan koca bir “haaaa…. (di ya!!!)” çekiyor ve bir anda yaşadığı iş-ev-okul vs.'den ibaret dünyasından bir adım geriye çekip, aslında nasıl büyük bir sistemin parçası olduğunu görüyor. (Fakat neyse ki bir süre sonra kısır döngüsüne dönüyor da rahatlıyor.) Dünya beş milyar yaşında bir gezegen ve bizim bildiğimiz tarih taş çatlasa 10.000 senesini kapsıyor bu tarihin. O süre içinde de neler olmuş neler ve bizlerde 2000'li yıllarda bunun parçalarıyız. Her ne kadar mevcut egomuz tüm galaksiyi kendi yaşadığımız mekanlarla sınırlı olarak algılatıyor ve her birimiz “Küçük Prens”teki gibi kendi gezegenlerimizde krallıklar kurmuş ve hükmedecek teba arıyorsak da, yaşam bizim dışımızda sürüp gidiyor ve biz inansak da inanmasak da Marduk'un gelişi de doğal döngünün bir süreci. 3661 senede bir bu taraflardan geçiyor bu gökcismi ve dünyadaki yaşamı da ciddi biçimde, derinden etkiliyor. Ha burada şunu söylemek lazım, diyelim böyle bir gezegen yok, diyelim 2012 tarihi de anlamsız bir tarih… Bu bize ne getirecek veya ne götürecek? Burak Eldem haksız çıkarsa (ki tanıdığım Burak Eldem, gelecek diyorsa gelir o gezegen) zil takıp oynaması mı lazım birilerinin?



İşte bu noktada çağların dönüşümü konusunu ele almamız gerekiyor ve bu, 2012 yılı tartışılırken pek de değinilmeyen konuları değerlendirmemizi gerektiriyor ki ne getirecek, ne götürecek anlaşılsın.[x1]


İnsanlık, teknolojinin zirvesinde olduğunu düşünüp, ne büyük medeniyetler yarattık diye övünürken, aslında o medeniyetlerinin ne kadar eksik olduğunun farkında değil. Evet teknolojik olarak birçok ilerleme kaydedildi, ama bu teknolojilerin hammaddelerini elde etmek için nice kan ve gözyaşı döküldü, Dünya'nın doğal dengesi bozuldu, yeni hastalıklar peydahlandı. Bu teknolojiler dünyanın bütününe katkıda bulunmak için değil, daha fazla güç ve para kazanmak için kullanıldı ve insanlık maddeye kendini kaptırmışken, manayı; daha doğrusu kendi ruhunu unuttu. Manayı gözetmeden gerçekleşen maddi gelişim sakat olacaktı ve oldu da. İnsanlık olarak aslında feci bir batağa saplandık, bu batağa saplandığımızın farkında olup da bizleri uyarmaya çalışanlara da aldırmıyoruz. Bu arada yaşadığımız gezegenin sonunun yaklaştığına dair uyarılar her gün gazetelerimizde, ama gün geçtikçe küçülüyor bu haberlerin sütunları, çünkü artık kanıksanmaya başladı. Bu konuda bir şeyler yapabilecek güçte olanların hepsi de aslında problemlerin kaynağını oluşturuyor: mesela ABD dünyayı en çok kirleten ve kaynaklarını tüketen ülke ve bundan vazgeçmeyi istemiyor. Nasılsa elimde gücüm var, kaynağım tükenirse başka bir kaynağın üzerine çökerim, kimse de bir şey yapamaz düşüncesinde; yeter ki bilmem ne üniversitesinin gençleri bira içip “Yeah, yeah” naraları atıp demokrasilerinin(!) nimetlerinden faydalanmayı sürdürebilsinler. ABD'de durum böyle, diğerlerinde farklı mı? Kimsenin dünyanın bütününü, gelecek kuşaklara ne olacağını düşündüğü yok. Herkesin tek derdi, kendini kurtarmak aslında. Çünkü “ruh”un olmadığı yerde karanlık hakimdir ve insanlar karanlıktan korkarlar. Dünyadaki birçok insan derin bir karanlıkta yaşıyorlar ruhsal anlamda ve sürekli korkuyorlar. Bu karanlık dışarıda değil, kendi içlerinde… İhmal ettikleri tarafları, kendilerini müthiş korkutuyor ve aslında insanlar, “kendilerinden korkuyorlar” ve korktukları taraftan da kaçıp, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Bunun tam tersinde ise tamamen kendilerini maneviyata adamışlar var, ama onlar da maddi dünyayı ihmal ettikleri için o kısım karanlıkta kalıyor ve onlar da maddi dünyadan korkup, kendilerini maneviyata adıyorlar fena halde ve onların da dünyaya pek bir katkıları olmuyor. Anlayacağınız dünyamız fena halde dengesiz vaziyette. Herkes kendinden ve birbirinden korkuyor; maddeye dalan maneviyi, maneviye dalan maddeyi unutuyor. Durumun farkında olan kişi yok değil, ama sayıları o kadar az ki… Ama yine de ellerinden gelenleri “Bir insanın çabası bile çok şeyi değiştirebilir.” inancıyla yapmaya çalışıyorlar, fakat bu çabalar ne kadar yeterli geliyor tartışılır. Kısaca bütüne baktığınızda anlayacağınız insanlık olarak dibe vurduk vuracağız.[x1]



İşte insanlık olarak en dibe vuracağımız ve tekrar yükselişe geçmeye başlayacağımız tarih 2012. 2012 için “Çağların Dönüşümü” derken bahsedilen aynen bu. Yani o tarih, insanlık olarak p...muzun dipteki kuma vuracağı, ama sonrasında da her inişin çıkışı vardır prensibiyle tekrar yükselişe geçeceğimiz bir tarih. Tabii p...muzu sağlam vuracağımızı ve canımızın yanacağını da belirtmem lazım, çünkü bu düşüşe biz binlerce yıl önce, tâ Atlantis'in batışıyla başlamıştık ve “Altın Çağ”dan “Karanlık Çağ”a geçiş yapmıştık, şimdi de “Karanlık Çağ”dan “Altın Çağ”a doğru ilerleyeceğiz. Ne kadar bilimkurgu gibi geliyor öyle değil mi?



Aslında bize bu kadar bilimkurgu gelmesinin nedeni, bizlerin hayatı ve yaşadığımız dünyayı algılayışımızın darlığından kaynaklanıyor. Her birimiz kendi gezegenlerimizin kralları olduk ve tüm galaksiyi kendi gezegenimizden ibaret sanıyoruz. Bir New Yorklu için tüm galaksi New York merkezli dönüyor, bir İstanbullu için de İstanbul merkezli. Hatta daha da basite indirgersek, tüm evren etrafımızda dönüyor gibi hissediyoruz çoğumuz. Yaşadığımız çevreden ötesi yok sanki. Hani kuyunun dibindeki kurbağalar hikayesi vardır ya. Kuyunun içinden tepeye bakıp kuyunun ağzından görünen yıldız sayısına göre evren hakkında yorum yapıyorlarmış. Birisi diyormuş ki “İşte tüm galaksiyi görüyorum ben, 15 yıldız”, diğeri farklı bir açıdaymış ve “Sen körsün Allah'ın kurbağası, 25 yıldız”, bir diğeri de “Siz hepiniz körsünüz, 45 yıldız”. Derken yağmur yağmış ve kuyunun suyu taşınca dışarı çıkmışlar, bakmışlar ki milyonlarca yıldız var. İşte bizleri de kuyunun dibinden çıkartıp, yaşadığımız hayata bambaşka gözlerle bakmamızı sağlayacak bir “yağmur” gerekiyor ki yukarı doğru yükselebilelim ve o milyonlarca yıldızı görebilelim. Bu noktada da Marduk devreye giriyor.



Peki, diyeceksiniz ki; “Eee kardeş, bu Marduk'un yaklaşması, bir sürü doğal afet ve felaketi de beraberinde getiriyor; hani neresi aydınlanma, neresi yükseliş bunun?”  Bizler maalesef bize düzgün düzgün anlatılan ve “Aman dikkat et, felakete doğru gidiyorsunuz!” şeklinde efendice yapılan uyarıları pek sallamayan organizmalarız. Binlerce yıldır, her türlüsünden binlerce insan bir taraflarını yırttı: “Yapmayın etmeyin, gezegeninizi, yaşamınızı mahvediyorsunuz; yanlış yoldasınız.” diye. Biz, o mesajları ne yaptık? Komedi filmlerine malzeme. “İçinize dönün, kendinizi bulun…” uyarıları aldık, kahkahalarla gülünen esprilerden ibaret. “Kendinizi sevin, kendinizi tanıyın…” sözleri de zaten artık hediyelik bardakların üzerindeki sloganlardan öte değiller. Bu durumda evrene de “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” dizelerinin sahibi Ziya Paşa'yı onaylamak düşüyor. Tabii şu da var ki insanoğlunu bir araya getirmenin tek bir yolu var maalesef: Ortak bir tehdit. Ülkemizden düşünün mesela, içerde birbirini kırıp döken insanlar ne zaman kol kola bir araya geliyor? Dış bir tehdit belirdiğinde... Kurtuluş Savaşı'nı düşünün mesela, nasıl bir birlik oluşturmuştu bu ülkenin insanları ve nasıl bir sonuç elde edildi! Aynı durum dünya için de söz konusu, ne kadar birbirimizi yesek etsek de, ortak büyük bir tehdit karşısında, tüm kavga dövüşü bırakıp birbirimize kenetlenme potansiyelimiz var. Yaşadığımız büyük felaketlerden de görebiliriz bunu; Dünya'nın bir yerinde büyük bir felaket olduğunda, diğerleri kavgayı dövüşü bırakıp oraya yardım etmeye çalışmıyorlar mı? (Yunanistan'la aramızı düzeltenin depremler olduğunu hatırlayın.) Demek ki insanlık olarak bunu gerçekleştirebilecek potansiyelimiz var. Şimdi bu tehdidi gezegensel boyutta düşünün ve insanlığın nasıl bir araya gelebileceğini hayal edin!!! Hemen ardından şunu ekleyeyim yine Kurtuluş Savaşı'ndan bir örnekle: birbirine kenetlenmiş bir halk, savaşı kazandıktan sonra ne yaptı? Hazır kenetlenmişken, büyük bir liderin yönlendirmesiyle de yeni bir ülkünün peşinden koşmaya başladı: Ülkesini yeniden kurmak. Şimdi bunu gezegene uyarlarsak: Büyük bir tehdit karşısında birbirine kenetlenmiş bir insanlığı şu ülküye yönlendirmek mümkün müdür sizce? Dünya'yı yeniden kurmak. Soracaksınız hemen, Türkleri Atatürk yönlendirdi, peki dünyayı kim yönlendirecek?  [x2]


İnsanlık olarak hep başımızda bir yol gösteren olmasını istedik ve başımız sıkıştığında da dualarımız, “Bize bir kurtarıcı gönder, Rabbim” şeklinde oldu bugüne değin. Bu dualarımızın yanıtlarını da “Mesihlerin yollanması” olarak aldığımıza inandık. Tarihimizdeki Mesihlerin bir kısmı gerçekten değişimler yarattı ve hep hatırlandı, bir kısmı da birilerinin gazıyla kendini Mesih ilan etti, ama ya peşindekileri felakete sürükledi, ya da şamarı yiyip oturdu yerine. Fakat tüm bu Mesih maceralarımız insanlık olarak bizim ne kadar “armut piş, ağzıma düş”çü olduğumuzun da göstergesi aslında. Koyun sürüleri gibi, bir çobansız yapamıyoruz, illâ birisi gelecek ve bize “Şunu şunu şunu yapın.” diyecek, canımıza minnet! Geçen aile büyüklerimizden biriyle konuşuyordum kendi aklını kullanmak üzerine, bana açık açık dedi ki: “Ben öyle aklını kullanmak gibi şeyleri bilmem, birisi çıkacak bize sen şunu yap diyecek, biz de yapacağız!” Helal olsun dürüstlüğüne dedim içimden, darısı kendi aklını kullandığını sanıp, ben özgürüm naraları atıp da aslında bir çoban peşinde koşanlara diye de ekledim. Çünkü o, kendini olduğu gibi kabul etmişti, ha bu noktadan sonra isterse çok da kolaylıkla kendi aklını kullanmaya doğru koşar adımlarla gidebilirdi; ama kendinin neyi aradığını bildiğini sanıp, fareli köyün kavalcılarının peşine takılan niceleri var ki… Peki bu, neden böyle? İşte bu sorunun yanıtı, yaşanan tüm bu süreçlerin nedenini de ortaya koyuyor: Kendini tanımamak ve kendi değerini bilmemek…



Bu, bazılarımız üzerinde “ruhânî yalama” etkisi yarattığından ötürü hiçbir etki yaratmayan cümle, yaşanacak olanların da sırrını gizliyor aslında. İnsanoğlu bugüne kadar hep “koyun olma”yı deneyimledi bir bakıma. Koca bir gezegen dolusu insan, kendini yalnız, güçsüz, ötelenmiş ve değersiz hissetti ve hissetmeye de devam ediyor. Herkes birbirinden, ama aslında kendinden fena halde korkarak yaşıyor. Ne kadar komik değil mi, bir insana gidip “Allah belanı versin, sen rezil bir insansın!” dediğinizde onu hemen kabulleniyor içsel olarak ve bin bir türlü tepki verebiliyor, ama aynı insana “Sen ne kadar değerli, ne kadar güzel bir insansın…” dediğinizde değil tepki vermek, elini kolunu nereye koyacağını şaşırıyor. Olumluluğa, değer vermeye, güzelliğe… nasıl tepki vereceğimizin dilsel kodlaması bile çok eksik. “Teşekkür ederim.” ve buna eklenmiş birkaç kelimeden öte tepki yok, ama lanet okuma, küfretme, olumsuz tepkiler verme konusunda ansiklopedi dolduracak kadar argümanımız var. İşte artık insanlığın bu halinin toptan değişme zamanı geldi. –Her ne kadar kapitalist sistemin araçlarından birisi haline dönüşmeye başlamışsa da- Boşuna değil, onca rûhâniyet arayışı, ruhsal kitapların artışı, insanların kendi varoluşlarına dair yeni yanıtlar bulmaya çalışmaları. Tüm bunlar insanlığın yaklaşan yeni Altın Çağı'nın ilk adımları aslında… Bu noktada aklınıza şu soru gelebilir: Peki insanlığa bu yeni çağda rehberlik edecek kim ve madem 2012 yılı bu değişim sürecinin ekinoksu, bu dönemde neler yaşanacak?



Bir kere göklerden bir Mesih gelecek de bizleri kurtaracak diye bekleyenler, daha çok beklerler, çünkü bu dönem insanlığın koyun sürüleri olmaktan çıkıp, kendi kendilerinin çobanı olmayı öğrenecekleri bir dönem. Öyle çıksın birileri, bizi kurtarsın falan, kısaca yemezler artık! (Ha bu noktada şunu belirteyim ki gerçek bir Mesih öyle “Geldim, ey insanlık, kurtaracağım sizi!” durumunda olan bir kişi de değildir hani. Çünkü Mesihlik, bir bilinç hâlidir aslında, aydınlanmış-kendini tanımama bilgisizliğinin karanlığından kurtulmuş insanı anlatır. Bu hâli yaşayan bir insan da tüm insanların bu aydınlamayı yaşama potansiyelinin olduğunu bilir ve kendini diğerlerinden üstün görüp, “Gelin kurtarayım sizi…” havalarına girmez.) Nitekim bu dönemde, insanlar kendi kendilerinin Mesihleri olacaklar ve bir bütün olarak Mesih enerjisini yaşayıp, ruhsal tekamülün en önemli aşaması olan, kendini tanımayı ve kendi değerini bilmeyi deneyimleyecekler. Anlayacağınız insanlık için acayip zor bir dönem olacak bu, çünkü bir insan için bu dünyadaki en zor şey kendisiyle yüzleşmek aslında ve evren eninde sonunda,  yaptıracak bu yüzleştirmeyi tüm insanlığa ve bu yüzleşmeyi gerçekleştirebilenler de zaten yeni dünyanın kuruluşunda rol oynayacaklar. (Biraz fantastik mi oldu ne? Durun daha da fantastiği geliyor.) Bu kuruluş esnasında her ülkeden ve milletten çeşitli gruplar, topluluklar bir arada çalışacaklar ve şu anda tanıdığımız dünyadan çok farklı, -olumlu yöne doğru ilerlemiş- bambaşka bir dünya ortaya çıkacak. (Tabii ki bütün bunlar altı sene sonra, yani 2012'de lönk diye olmayacak. Onlarca, belki de yüz yıl boyunca yaşanacak değişimlerin sonucu ortaya çıkacak bu gelişimler, ama 2012'nin insanlık için “Ruhânî Ekinoks” olduğunun ve değişimin başlangıç noktası olacağının altını tekrar çizmek istiyorum.) Bu yeni dünya oluşum sürecinde -her ne kadar artık ulusal kimliklerin pek bir önemi kalmayacak ve “İnsan” kimliği ön plana çıkacak olsa da- dünyanın kilit diyebileceğimiz bir noktasında yaşayan bir grup insana da çok önemli bir rol düşecek ki bu insanlara, diğer dünya insanları “Türkler” adını veriyor…



“Türkler”in yeni dünyanın oluşumunda alacakları rolü bir sonraki yazıma bırakmak istiyorum izninizle, ama öncesinde aklınıza takılabilecek bir sorunun da yanıtını vermek istiyorum kendi düşüncelerime göre; diyeceksiniz ki; “Tamam, iyi diyorsun, hoş diyorsun da, şu anda dünyanın mevcut hali de belli hani, senin söylediğin değişiklikleri tetikleyecek, mevcut sistemi kökünden değiştirecek kadar güçlü bir etken ne olabilir ki be kardeş?”



Eh, bu sorunun yanıtı yolda ve onunla tanışmamıza da topu topu altı sene kaldı... Adı mı? Kimi Marduk diyor, kimi de Nibiru… [x3]


Kaynaklar


[x1] www.derki.com/dergi/index.php/2012-Marduk-ve-caglarin-donusumu/Page-1.html

[x2] www.derki.com/dergi/index.php/2012-Marduk-ve-caglarin-donusumu/Page-2.html

[x3] www.derki.com/dergi/index.php/2012-Marduk-ve-caglarin-donusumu/Page-3.html

Arşiv